top of page

Adalet inancımızı yitirdiğimizde

  • Yazarın fotoğrafı: Klinik Psikolog Azra Doğan
    Klinik Psikolog Azra Doğan
  • 24 Nis
  • 4 dakikada okunur

Adalet…

İnsanın kalbinin derinliklerinde yankılanan bir ses gibi. Haksızlığa uğradığımızda içimizde kıvılcımlanan, bir başkasına haksızlık yapıldığında bile bizi ayağa kaldıran bir hissiyat. Sadece hukuk sistemine ait bir kavram değil; adalet, insan ilişkilerinin görünmeyen ama en temel yapı taşıdır.

Peki ya bir toplumda, bir bireyin iç dünyasında bu duygu zayıflarsa?Adalet duygusunu yitirmek, sadece bir kavramı kaybetmek değildir; bu, güvenin, aidiyetin, umudun, hatta yaşamın anlamına dair sarsıcı bir kırılmadır.


Adalet Duygusunun Psikolojik Temelleri


Adalet duygusu, insan beyninde doğuştan var olan bir mekanizmadır. Nörobilimsel araştırmalar, bireylerin adil muamele gördüklerinde beynin ödül merkezi olan ventral striatum’un aktive olduğunu, adaletsizlik algısı oluştuğunda ise anterior insula’nın – yani iğrenme, öfke ve sosyal acıya tepki veren bölgenin – devreye girdiğini göstermektedir (Tabibnia & Lieberman, 2007). Bu, adaletin yalnızca bir sosyal norm değil, aynı zamanda biyolojik bir ihtiyaç olduğunu ortaya koyar.


Adaletin Kaybı: Ruhsal ve Sosyal Etkiler


Adalet duygusunun zedelenmesi, bireyin sadece çevresine değil, kendisine olan güvenini de aşındırır. Bu durum, içsel bir sarsıntıya yol açar; çünkü adalet, insanın dünyayı anlamlandırma biçiminde temel bir sütundur. Bir şeylerin "yerli yerinde" olduğunu bilmek, yaşamı tahmin edilebilir, kontrol edilebilir ve güvenli kılar. Ancak bu sütun yıkıldığında, kişi kendini kaotik, belirsiz ve güvencesiz bir evrende bulabilir.

Bu noktada sosyal psikolog Melvin Lerner’ın “Adil Dünya İnancı” kuramı devreye girer. Lerner’a göre insanlar, derin bir psikolojik ihtiyaçla “Dünya adildir” fikrine tutunur. Bu inanç, bireyin “iyi olursam iyi şeyler olur” şeklinde bir yaşam senaryosuna sahip olmasına neden olur. Bu, sadece bir savunma mekanizması değil; aynı zamanda umudun, çabanın ve değerli hissetmenin temelidir (Lerner, 1980).

Fakat bu inanç sarsıldığında—örneğin dürüst bir çalışanın haksız yere işten atılması, bir mağdurun adalet arayışının cevapsız kalması, suçluların cezasız bırakılması gibi durumlarda—kişinin gerçeklikle kurduğu ilişki bozulur. Artık dünyayı güvenilir bir yer olarak göremez. Bu da üç temel tepkiyi beraberinde getirebilir:


  1. Öfke: Kişi hem kendi adına hem de başkaları için içsel bir isyan hisseder. Ancak bu öfke çoğu zaman ifadesini bulamaz; bastırılır ya da uygunsuz biçimlerde dışa vurulur.

  2. Çaresizlik: Sürekli adaletsizliğe maruz kalmak, kişinin çözüm üretebileceğine olan inancını zayıflatır. Bu, zamanla öğrenilmiş çaresizlik halini alabilir: "Ne yaparsam yapayım fark etmeyecek…" duygusu.

  3. İçe kapanma ve toplumsal kopuş: Adaletsizlik sadece kişisel değil, toplumsal bir deneyime dönüştüğünde, bireyler sosyal bağlarını sorgulamaya başlar. Bu da aidiyetin kaybı, umutsuzluk, hatta depresif süreçlerle sonuçlanabilir.


Adaletin yitirildiği toplumlarda bireyler, birbiriyle bağ kurmakta zorlanır. Çünkü ortak değerler sarsılmıştır. Bu durum, kolektif düzeyde de güven krizlerine, kutuplaşmaya ve şiddet döngülerine zemin hazırlar.

Psikoterapötik açıdan bakıldığında, adaletsizlik deneyimi çoğu zaman görünmez bir travmadır. Yani kişi "başına kötü bir şey geldiğini" söyleyemez; çünkü adaletsizlik çoğunlukla sistematik, sessiz ve dolaylı bir biçimde yaşanır. Bu da iyileşme sürecini karmaşıklaştırır. İfade edilememiş öfke, yas tutulamayan kayıplar, adlandırılamamış duygular terapide kendine geç de olsa yer bulur.

Ve belki de en çok burada başlar dönüşüm:

Birinin hikâyesi duyulduğunda,

İnancı sarsılan biri yeniden görülüp tutulduğunda,

Ve o "adalet" duygusu, ilk kez içeriden inşa edilmeye başlandığında...


Toplumsal Travmalar ve Kolektif Adalet Yitimi


Toplumca yaşanan büyük adaletsizlikler – örneğin savaşlar, faili meçhuller, yargı sistemine olan güven kaybı – bireysel ruh sağlığının ötesine geçer ve kolektif bir travmaya dönüşür. Judith Herman, travmatik olayların tanıklık yoluyla da bulaşabileceğini ve bireylerin adaletin tesis edilmediği durumlarda derin bir kırılma yaşayabileceklerini söyler (Herman, 1992). Bu durum, toplumsal bellek üzerinde de kalıcı etkiler yaratır.


Geştalt Terapisi Perspektifiyle Adalet Duygusu


Geştalt yaklaşımında, insan deneyimini parçalanmamış bir bütünlük içinde ele alır. Bu yaklaşımda kişi, yalnızca düşünceleriyle değil; duyguları, bedensel duyumları ve çevresiyle olan ilişkisiyle bir bütündür. Dolayısıyla adalet duygusunun yitimi, sadece soyut bir kavramın eksikliği değil; bireyin varoluşsal temasının, çevresiyle kurduğu bağın zedelenmesi anlamına gelir.

Adalet, Geştalt bakış açısından bir “temas kalitesi” olarak değerlendirilebilir. Temas, bireyin ihtiyaçlarını fark ederek çevresiyle bağlantıya geçtiği ve bu ihtiyaçları doyurmaya çalıştığı bir süreçtir. Ancak adaletsizlik deneyimi, bu temasın doğal akışını bozar.Kişi, örneğin bir haksızlığa uğradığında:


  • Duyarsızlaşabilir: Adaletsizliğin yarattığı yoğun duyguyu hissetmemek için çevresine karşı hissizleşir. Tepkisiz görünür ama içinde birikmiş bir öfke, hayal kırıklığı taşır.

  • İçe dönebilir: Suçun kendisinde olduğunu sanarak, adaletsizliği içselleştirir. “Ben hak etmiyorum, ben yanlışım,” gibi inançlarla kendini suçlar.

  • Kendini seyredebilir: Yaşadığı durumla temas kurmak yerine, kendi hayatına dışarıdan bakan pasif bir gözlemciye dönüşür. Eylemsizlik, edilgenlik ve donukluk hissi yaygınlaşır.

  • Yansıtabilir: İçindeki adaletsizlik duygusunu dış dünyaya yansıtarak öfkeyi başkalarına yöneltir. Bu, bazen saldırganlıkla, bazen keskin eleştirilerle, bazen de alaycılıkla kendini gösterir.


Geştalt yaklaşımı, bu savunmaları yargılamaz; aksine onların “baş edebilmek için geliştirilen yaratıcı uyumlar” olduğunu kabul eder. Terapi süreci, kişinin bu savunmaları fark etmesini, altında yatan gerçek ihtiyacı (örneğin: görülmek, onarılmak, değer görmek) keşfetmesini ve onunla temasa geçmesini destekler.


Burada şekil-zemin ilişkisi de kritik bir kavramdır. Kişi adaletsizliğe uğradığında, bu deneyim zihinsel ve duygusal arka planı domine eden bir “şekil” haline gelir. Ancak bu şekil, farkındalıkla temas edilmeden “bitirilemediğinde”, yani duygusal olarak tamamlanamadığında sürekli geri döner: benzer durumlarda tetiklenir, geçmiş travmaları yeniden canlandırır.


Terapötik hedef, bu “yarım kalmış deneyimi” şimdi ve burada tamamlayabilmektir. Bu da ancak kişinin öfkesine, hayal kırıklığına, kırılganlığına sahip çıkmasıyla, onları bastırmadan ya da yansıtmadan ifade edebilmesiyle mümkün olur. Terapist burada bir tanık, bir eşlikçi ve bir düzenleyici rolü üstlenir. Adalet duygusu, bu bağlamda sadece dış dünyada değil, kişinin iç dünyasında da yeniden inşa edilebilir hale gelir.


Adaletin Yeniden İnşası: Kişisel ve Kolektif Bir Davet


Adalet yitirildiğinde sadece bir şey eksilmez; birçok şey yerinden oynar. Ancak bu boşluk bir yokluk değil, aynı zamanda bir çağrıdır. Birey olarak bizler, küçük alanlarda dahi adil olmayı seçerek bu çağrıya cevap verebiliriz. Kendimize, ilişkilerimize, topluma adil davranmak… Bu, yalnızca başkaları için değil, kendimiz için de iyileştirici bir harekettir.

Belki de adalet, en çok ses çıkaramadığımız yerlerde, suskunlukların içinde büyür. Ve her küçük adım, bu duygunun yeniden doğmasına katkı sağlar.


Kaynakça

  • Herman, J. L. (1992). Trauma and Recovery: The Aftermath of Violence--From Domestic Abuse to Political Terror.Basic Books.

  • Lerner, M. J. (1980). The Belief in a Just World: A Fundamental Delusion. Springer.

  • Tabibnia, G., & Lieberman, M. D. (2007). Fairness and cooperation are rewarding: Evidence from social cognitive neuroscience. Annals of the New York Academy of Sciences, 1118(1), 90–101. https://doi.org/10.1196/annals.1412.001

  • Zinker, J. (1977). Creative Process in Gestalt Therapy. Brunner/Mazel.

 
 
 

Comments


  • Instagram
  • LinkedIn

©2019 by Azra Doğan. Proudly created with Wix.com

bottom of page